30 Kasım 2009 Pazartesi

kendim ve ben...

Bugün kendime rastladım.
"Nasılsın" diye sordum
"idare eder" dedi
idare edemedim;
Birbirimize sarılıp, ağladık...

8 Kasım 2009 Pazar

Hayatımın soundtrack'i...

Dün gece, yabancı olduğum bir şehirde otururken bir başıma, çok sevdiğim bir şarkı çalmaya başladı...Düşündüm yine; Müzik ne menem şey diye...

Hayatıma tanıklık eden, fon müziği olan parçaları hatırlamaya çalıştım sonra. Bir film olsaydı şu 30 yıllık hayat, hangi parçalar yer alırdı soundtrackinde. Ve bu fikir çok hoşuma gitti. Hepimiz çıkarsak soundtracklerimizi...

Ben yarın başlayacağım çalışmaya...En önemli anlarıma fon müziği olan parçaları tek tek hatırlayıp bir albüm yapacağım:) Yenileri eklendikçe de listeyi kabartacağım.

Katılın istiyorsanız siz de ...Çoktandır oyun oynamamıştık ne de olsa...

26 Ekim 2009 Pazartesi

Düşeyazdım...

Bugün cidden bunaldım bu şehirden...

Trafik, kalabalık ve karmaşa, rüzgarla daha da sersemletici oldu. Doğa çekti yine canım, sessizliği ve boş sokakları özledi adımlarım, hızlı hızlı yürürken taşların arasında...

Bir Safranbolu evinde düşledim kendimi, sessiz, sakin bir "küçük şehir" akşamında...Ahşap merdivenleri gıcırdayan evin ikinci katında, sobanın sıcağında, kitabım kucağımda; Buğulu pencerenin ardında titreyen sokak lambaları, belki biraz da kar hatta...

Sait Faik veya Sabahattin Ali iyi gider dedim böyle bir akşama, sevmem çayı ama onu bile demleyip koydum sobama...Zaman dururken düşlediğim bu sıcacık odada, akıp gider anlamsız hayat pencerenin ardında..

Ve düşümdeki ben, sükunet dolu bir huzurdan, huzur dolu bir sükunete yol almakta.
Ve ben, sersem edici bir rüzgarla sadece düşeyazmakta...

18 Ekim 2009 Pazar

ANKARA' NIN SİSLİ AKŞAMLARI...

Ankara’da kış akşamları sisle beraber iner. Ağır ağır inen sisli akşamın içinde, soğuk bile eve
gitmeyi telaşa dönüştürmez. Günden kalan memuriyet sakinliği caddeleri arşınlar. Bildik yüzler bildik yüzlere selam verir ara sıra. Daireden eski bir dosta rastlanırsa durulup iki kelam edilir, hatır sorulur, eve oturmaya da beklenir illa.

İşte Tahir Bey her akşam Ankara’nın sokaklarını sakin sakin arşınlayan bu memur kalabalıktan sadece “biri”dir. Kendine “biri” demeyi pek sever, O’na sorsanız sevmekten öte “uygundur” der. Tahir Bey’in kafası karışıktır çoğunluk. Hem sadece “biri” olmak ister, hem de “biri” olmaktan kaçınır. Sessiz, sakin, kimseye zararı dokunmayan bir zattır. Adalet duygusundandır kendini herhangi birinden ayırmak istemeyişi, içindeki fırtınadandır aslında önemli biri olmak isteyişi…

Behiye Hanım Tahir Bey’in eşi. Yıllar yılı böyle tanıtıldı lokalde. Çok da sık gitmezler aslında. Behiye Hanım bir kuş yuvası yapmıştır kendine, dışarısı zor gelir çokça. Bazen içi çok darlandığında “hadi bey bir hava alalım” dese de dönüşte eve varana dek içi içini yer. Kendine kızar durur, ne olur biraz dışarıda durabilse? Hareketli kadındır aslında, dışarıdan bakınca ele avuca sığmaz, hatta “ömür kadınsın” derler de en çok ona güler yarı hüzünlü. Pek ömür kadın değildir vesselam. Kızlığında başına bir halsizlik, hayata karşı dargınlık geldiğinden beri garip bir hal içindedir. Öyle hasta gibi değil ama zaman zaman neşesi kaçar, bir korkuya kapılır neyden korktuğunu bilmez, bir isteksizlik Ankara’nın sisli akşamları gibi öylece çöker içine…

Velhasıl Tahir Bey ve Behiye Hanım böylece yaşar dururlar. Bazı günler Tahir Bey daireden arkadaşlarıyla meyhaneye gider. Behiye Hanım böyle akşamlarda alt komşusu Fidan’a iner, sever onun dünyadan habersiz halini. Hep tek derdi basenleri olan bu kadın, şen kahkahasıyla Behiye’nin içine su serper. Çay demler muhakkak, televizyon karşısında meyveleri tombul ve her daim yumuşak elleriyle özenle soyar, Behiye’ye verir. Fidan’ın kocası kaptan olduğundan eve seyrek gelir. Geldiğinde muhakkak ailecek görüşülür. Tahir bey uzak diyarlardan gelen bu adamın hikayelerini dinlemeye bayılır. Bu hikayelere kulak verirken içinde kıpırdanmaya başlayan “uzaklar çağrısı” nı çokça duymamaya çalışır. Çok canına tak ederse ertesi günü Behiye’yi zoraki erkenden kaldırır Beypazarına götürür. Başta sıcak evinden çıkmak istemeyen Behiye de uzaklara gittikçe yüzüne bir gülümseme yayılır. Öğlenleyin muhakkak Taşfırında peynirli pide yenilir. Behiye hiç doymaz, üstüne bir tane de kıymalı söylenir. Yemeğin üstüne köşebaşındaki kahvede sobanın yanına ilişip de içilen çayın keyfi hiçbir şeyde yoktur. Aslında ne komiktir ki ne Behiye ne de Tahir düşkün değildir çaya. Ama niyeyse beypazarına gelinince sorgusuz bir yemin gibi demli çaylar söylenir.

Garip bir çifttir aslında;kimi zaman hiç konuşmaz, ikisi de kendi dünyasında, kimi zaman da bir tuttururlar dünya meselelerini, laf lafı açar da saatin farkına varılmaz. Böyle tutturmuşlardır yollarını. Pek de şikayet etmezler. Bazı gün Tahir bey eve erken geldiğinde Behiye Hanımı yine loş salonda televizyonun karşısında uyur bulur da pek üzülür, belli etmez. Hemen bir güzel sofra hazırlayıp karısını uyandırır. Canı hiçbir şey yapmak çekmeyen Behiye sofrayı, yemeği, turşuyu ve Tahir Bey’in emeğini görünce sarsılır, kendine gelir. Sofraya oturduklarında hiçbir şeyi kalmamıştır. Tahir Bey hanımını pek iyi tanıdığından ona nasıl yaklaşacağını bilir, üstüne gitmez ama haline için için üzüldüğünden kendince usüller icat eder. En sevdiği icadı da ya bu sofra işi, ya da bir oyun uydurup Behiye’nin uykusunu açıp üreterek tekrar yaşamasını sağlamaktır.

İşte Tahir Bey’in oyunlarından biri Behiye ‘ye geçmişte bu hikayeyi yazdırmış ama nedendir bilinmez altına imzayı “Gamze” diye attırmıştır…

Gamze Mengi 02/08

15 Ekim 2009 Perşembe

Hep deniz, illa ki deniz...

KOKULAR


Sabahla beraber içeri dolan deniz kokusuyla uyandım. Bir süre yatakta öylece uzandıktan sonra kalkıp ılık bir duş aldım. Odada temizliğin kokusu denizin kokusuna karıştı.

Islak saçlarımı güneşle kuruttuktan sonra ekmeğime reçel sürüp küçük balkonumda sardunyalara dala dala karnımı doyurdum. Yapacaklarımı listelemedim kafamda, hatta her şeyi dondurdum. Yasemin kokusuna geçiş izni verdim sadece. Rüzgarla dans eden bu kokuyla bir coştum bir duruldum.

Sandaletlerimi ayağıma geçirirken derinin kokusunu aldım, bu deriyi sabırla işleyeni düşündüm. Hasır sepetime biraz erik biraz da çilek koydum. Çileğin kokusu burnuma gelince eriğin kokmayışına biraz bozuldum.

Beyaz taş yolda uçuşa uçuşa yürürken halim o kadar hoşuma gitti ki, kocaman bir gülümseyişi aldım yüzüme oturttum. Şapkam rüzgardan uçtu, bir kelebek gibi peşinden koştum.

Sahile vardım, kuma bastım, denize baktım.

Çakıl taşlarını benden önce toplamıştı sayısız hikaye kahramanı, ben de kumdan kalelere imzamı attım. Denizin kokusu, yağmurun kokusuyla beraber geldi.

Çiseleyen yağmur taneleri kumdaki imzamı silerken beni yeniden var etti...

8 Ekim 2009 Perşembe

ezberlerimi bozuyorum

Şu ara kendimi hayretler içinde seyredaldım. Eleştiriyi, sorguyu, yargıyı bir kenara bıraktım. Gerçek bir merakla izliyorum. Hiç tanımadığım bir ben varmış benden içeri...Asla tahmin edemeyeceğim hamleleri, daha öncekilere hiç uymayan garip düşünceleri ile bu "ben" beni fena afalattı...

Ezberlerimi boza boza yürüyorum taşlı yollarda, her geçen gün biraz daha ve biraz daha..

En sevdiğim şeyken yalnız olmak mesela, O zorla aratıyor birilerini bana.

Kitapların içine de dalamaz oldum, kendi içime dalamadığım gibi; sürekli yeni bir şey yapmak istiyor bu can, iç huzurumun yerini aldı bir tuhaf heyecan...

Gece uykusu yok, gündüzler hep "leyla" ...Çok düşünmek yok, odaklanmak mı "asla"

Ve ben, ezberlerimi boza boza yürüyorum taşlı yollarda...

11 Eylül 2009 Cuma

ruhum coştu...

Kendimden taşar gibiyim şu ara...Alıp başımı gitsem Tibet'e, Nepal'e bi yere...Her gün dokunsa ruhuma hayat ve her an. Her an hissetsem iliklerime kadar "yaşamayı". Başka yaşamlara karışsa yaşamım. Çemberin hem içinde, hem dışında, hem de çember olsam herkesi/herşeyi içine alan. Günlerin isimleri anlamını yitirse, ismim anlamını yitirse ve kimliğim... Sadece "kim" olduğum önemli olsa. Gerçekten "kim" olduğumu yaşayarak bulsam, gerçekten kim olduğumu yaşayarak bulsalar...Bir avucuma heyecanı, bir avucuma dinginliği alıp yürüsem yollarda gece gündüz. Öldüğümde "yaşanmamışlığın pişmanlığı" yerine doygun bir tebessüm bıraksam geride...

14 Ağustos 2009 Cuma

Delirdim galiba ben...

İçimde (dışımda şu ara pek iyi şeyler olmamasına rağmen) anlam veremediğim iyi bir his var bu gece. Sebepsiz yere mutlu olduğum günlerin daha çok olduğu o eski yıllara dönmüş gibiyim. Kendimi gördüm flashbacklerde; en fazla 20 yaşındayım, tatlı bir sonbahar akşamı veya rengarenk yılbaşı arifesinde Atlas pasajında kafamda berem film afişlerine bakıyorum. Cebimde çok para yok ama aldıklarım daha değerli...Daha umutluyum. Henüz tam çizilmemiş bir gelecek var önümde, henüz hayal kırıklıkları kolleksiyonu da yapmamışım. Kendimi çok tanımıyorum belki ama tanımadığımın da farkında olmadığım için sorun yok:) Sinemaya gideceğim az sonra, belki öncesinde keyifle yudum yudum bir kahve, dumansız hava sahası icat edilmemiş henüz, kahvenin yanında sigara da cabası...Sigara içiyor muydum acaba o yıllarda? Sanmam, ama ben şimdi ekledim...Kendimi "one fine day" tadında bir romantik komedinin baş kahramanı sanıyorum, az sonra da tüm parçaları bana cuk oturan yakışıklı ve komik esas oğlanla tanışacağım. Ya aynı kitaba uzanırız kitapçıda, belki de kahvemizi yudumlarken yanyana masalarda , aynı kitabı okuduğumuzu fark edip gülümseriz kibarca...Ah ah herşey ne kadar da kolaydır...Herkes iyidir, herkes güzeldir, hayat hep fonda bir baharla geçer, trafik gürültüsü veya dilencilerin ah'ı değil, güzel film müzikleri bu anlara eşlik eder...
Belki de böyle değildi ama uzaktan bakınca böyle güzel hatırlıyor insan. Belki o zaman da hezeyanlarım vardı, kimlik bunalımlarım, belirsizliklerim, çatışmalarım...Ama uzaktan bakınca güzel işte...Yarından bakıp da "bugün" olunca "dün", güzel gelmeyecek mi yine?

Bu akşam da sebepsiz iyiyim işte, o eski günlerin -hatırladığım- çileksi tadı var bu akşam...Belki dinlediğim radyo kanalının kendini aşıp ardarda super parçalar patlatmasından, belki az önce biraz Borges okumuş olmamdan...Belki de dışarda ne olup bitse de "öz" de benim bana kalmamdan. Ve bir ihtimal daha var ki bu da pek hoş; ruhum başına gelecekleri biliyor ve şimdiden minnettar. İyi birşeylerin arifesindeyim galiba...Evet evet öyleyim kesin adeta:)

Olley!!!

26 Temmuz 2009 Pazar

Beni benden alan film müzikleri

Yine gece, yine uyuyamadım. Üstelik çok ama çok sıcak ve bugün Uykusuz günü de değil... Öyle deli deli dolanırken nette birden aklıma "Lost Highway" geldi, sonra da müzikleri tabii. Of özlemişim çok; bulayım da bir dinleyeyim derken, aa başka hangi soundtracklere hayrandım ben diye düşünüvermişim. Yahu insanın ruh halini müzik kadar hızlı değiştirebilen başka birşey var mı acaba düşünüyorum ...Bence yok. Mesela bedbaht haldesin ama bir anda umut kokan bir şarkı başlıyor ve içinde birşey kıpırdanıyor...Veya tam tersi, bomba gibisin ve aniden bir süre önce ayrıldığın sevgilinle özel parçan çalıyor ve zamanda yolculuk başlıyor, modun düşüyor vs vs...
Bilmiyorum herkes için nasıl ama ben bazı bazı müzik dinlerken saçlarım kafa derimden çekiliyor (sanırım bu tüylerin diken diken olma halinin bir üst versiyonu). Bilen bilir eskiden Ferhat Göçer -popüler değilken- Bağdat Caddesinde Pizza Pina'da söylerdi. Ben de her cuma gecesi onu dinlemeye giderdim ve her "Kalamış"ı söylediğinde işte benim saçlar uçuşa geçerdi. O an'ın , o sesin içinde, hayatın içinde kaybolmak gibi bir his yaşatıyor insana iyi müzik. Hele de canlı dinliyorsanız...Bazen bir enstrumanı ustalıkla çalan birini dinlediğimde de çalan kişi ile enstrumanı ayıramıyorum, hatta kendimi de ayıramıyorum. Off off en sevdiğim anlar bunlar...Kaybolma anları. Yaa neden daha çok yaşayamıyoruz bunu? Mesela yarın bana günümün şöyle geçeceğini varsaymak çok heyecan verici gelmiyor; sabah kalk, karşıya geç PR'a ses kayıt cihazını bırak, sonra tamam dostlarla buluşmak ve uzun SK yapma ihtimali güzel elbette ama ne bileyim şöyle de olabilirdi bak; sabah uyan ve uyandığında bir süre nerede olduğunu düşün (anormal iş seyahatleri yüzünden değilse bayıldığım bir his bu) odada yatağın, kapının yerini tayin edeme ve sonra birden hatırla "aaaa evet ben Kubadayım" evet dün akşam geldim ve yorgunluktan uyudum hemen, şimdi dinlenmiş olarak uyanıyorum. Hemen heyecanlan, hemen için kıpır kıpır olsun, hiç gelmediğin -sadece muhteşem belgesellerde izlediğin o yer burası- üstüne geçir ham keten bir beyaz gömlek (öyle istedim nedense) tak ayağa sandalları at kendini sokağa. üff neden hep yalnız hayal ediyorum ki kendimi, yok yahu yalnız da değilim, yeni bulmuşum hayatımın aşkını, kemik çerçeveli gözlüklü, dağınık dalgalı saçlı bir zat-ı muhteşem:) Saçının dalgasından değil tabii muhteşemliği.Bu kişi benim hayran olmak istediğim"dingin maceracı"kıvamında biri olsun...Neyse adamın içini doldurursak çok uzar bu hayal, siz resimlerine bakın yeter:) Velhasıl kelam dingin maceracı ve ben sokağa atıyoruz kendimizi...amacımız günlük hayatın içine dalmak ve birilerine dokunmak (sapık gibi gelip geçene değil, "temas etmek" yani) Mesela öğle yemeğimizi oradaki evlerden birine konuk olur da yeriz güle oynaya...Sonra şu festivalde seneler önce izlediğim belgeselde geçen Che nin heykeli yanında nöbet tutmak var. Bir nöbete gönüllüyüm ben. O sırada da DiMa (dingin maceracı) gider biraz yalnız takılır, kafa dinler, yolculukta bıkmayız birbirimizden...Yaa şimdi ben yazarken coştum hayal ediyorum ya detaylı detaylı, aslında beynim aynen bunu yaşıyormuşum gibi sinyallerini veriyor, dolayısıyla ne ki ayıran yaşamakla hayal etmeyi?
Üüüüf ne diyordum nerelere geldim, zihnim yine uçan kuş...Ben en sevdiğim film müzikleri listesi yapacaktım, yapayım bari...
1-Lost Highway/david Bowie /I'm Deranged (dinlemek isteyene bazılarının linkleri altta)
http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/2747/
2-Donnie Darko
http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/2920/donnie-darko-soundtrack
3-Eternity and a day
http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/2490/eternity-and-a-day
4-Amelie
http://alkislarlayasiyorum.com/?page=search
5- Arizona dream
http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/2598/goran-bregovic---in-the-death-car
6-Requiem for a dream
7-Selvi Boylum Al yazmalım
http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/766/selvi-boylum-al-yazmalim
8-Cahil Periler /Yasemin Sannino /Birdenbire
9-Crossing The bridge
http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/5766/muzeyyen-senar-dan-haydar-haydar
10-Mustafa hakkında herşey
http://www.fikretkuskan.biz/haber/mustafa-hakkinda-hersey-soundtrack

12 Temmuz 2009 Pazar

şehre dönüş...

Tatil biter ve evli evine köylü köyüne döner...Ben şehre döndüm ama köye dönmeyi yeğlerdim galiba...Köy dediysek de öyle tamamen medeniyetten uzak veya kırsal değil...Böyle balıkçı köyü gibi sahildeki köy...Şehre adapte olmak lazım şimdi bir zaman. Amaan göynüm bulandı düşündükçe...

Düşünmeyelim o zaman...Haydi tatilden enstantaneler (enstantene ne demek yaa)
1- tam bir gerizekalılık örneği göstererkten tüm pantolonları dalyan da unutup bodruma geçip şarap lekeli beyaz pantolonla gezmek zorunda kalmak
2- dizime gelen bitez denizinde haşemosuna kolluk takarak yüzen hanım teyzenin suya yattığında hem haşemosunun hem de kolluklarının şişmiş haldeki görüntüsü..
3- dikili de uykusuz dergi aramak...bakkalara gir sor "abi uykusuz var mı" adamın cevabı "ne , uykuluk mu" hahahahahaha:) sonunda buldum ama bi yerden...
4- hamakta yatarken içime düşen koca böcekle beraber hamakta yaşadığımız arbede..ikimiz de birbirimizden kurtulmayı çok istedik ama içine gömüldüğüm hamaktan kalkmayı başarana kadar herşey çok zordu...boğuştuk:)

daha daha da bişiler var ama paşa gönlüm şimdi yazmak istemedi...yazarım sonra...

24 Haziran 2009 Çarşamba

sahil kasabası

Zamanın yavaş aktığı bir sahil kasabasındayım...Kafamın içinde pusuya yatmış olan tüm sesler kasabanın sessizliğinden yararlanarak saldırıya geçtiler. "Huzur" ne demek idi? Bir roman ismi ,evet olsa olsa bu kadar...Öğrendiğimizi sandıklarımızı pratiğe aktarmak ne zor imiş. Bu kasabadan ya yitik bir ruh olarak çıkacağım ya da bitik bir ruh olarak...Yok yok o kadar da değil, belki de baş etmeyi başarıyorum yavaş yavaş..."Arayış" a taktım şu ara, nerede başlar, nerede biter, neden başlar, neden başlamaz...Ahh bir usta olaydı hemen yanıbaşımda her sorumu yanıtlayan. Veya daha iyisi ah bir usta olaydım...

19 Haziran 2009 Cuma

Sonsuzluk ve bir gün...

-Yarın ne kadar sürer?
-Sonsuzluk ve bir gün kadar...

İşte çok güzel bir filmden çook güzel bir replik...Durup dururken aklıma konuverdi.
Eskiden "yazın sinemaya gidilmez" diye bir inanış vardı. Sanki sinema kışın ısınmak için gidilen bir yermiş gibi...Veya şu lafa da gülerim ben ; "bu güzel havada sinemaya mı gidiceez" yahu sinema ancak yapılacak hiçbişi olmadığında yapılması gereken birşey mi ki? Belki ben anlamıyorumdur ama hayatta benim oturmayı en sevdiğim koltuktur sinema koltuğu, oturur kemerini bağlar ve asla yapamayacağın bir şey yaparsın. Seni başka dünyalara, başka hayatlara, başka zamanlara uçurur. Ama kimisi için de sobadan, odundan, klimadan farkı olmayan bir ısınma aracı sanırım:)

Şimdi birden oturmayı en sevmediğim koltukları düşündüm de ; dişçi koltuğunu seviyorum artık bir sorun yok, bankada sıra bekleme koltuğu, belediyelerdeki koltuklar...Başka da gelmedi aklıma ama kesin vardır aslında...

Ersin Uykusuzda yeni köşeye başlamış "sevgili günlük" diye. Sanırım metamorfoz falan geçiriyor kendisi...Köşesini okurken gözümün önüne gömlek değiştiren kurbağa geldi (kurbağalardı di mi gömlek değiştirenler) ...

Şimciiiiik , bir hareket başlatılmış ve yeni haberim oldu benim de, ismi "faili meçhul kıyak hareketi" belki biliyorsunuzdur siz...Birilerine karşılıksız iyilik yapıyorsunuz ve FMK kartı bırakıyorsunuz ki o da bir başkasına yapsın. Bence super super superella bir fikir, bayıldım:) Ben hemen harekete katılacağım, hepimiz katılalım, her birimizin dünyayı değiştirme gücü var, azımsamayalım. Olleyyyy:))

17 Haziran 2009 Çarşamba

Game'den notlar...Faydalı ve faydasız bilgiler

Şu bir hafta ortaya koydu ki oyunu bu haliyle oynarken tıkanıyoruz. Demek ki başka bir şekilde oynamaya ihtiyacımız var. Sizler de fikir verebilirsiniz...Ayrıca pilot oyunu yavaş yavaş götürürken bir başka farklı oyun daha başlatabiliriz bugün. Bloğu kurarken her gün bir oyun başlatacağım demiştim. Bu çok anlamlı bir öngörü olmamış. Oyunun içeriğine bağlı olarak değişiyor demek ki bu süreler. Mesela ilk oyun en az bir hafta sürecek bir oyunmuş. Kendini gösterdi...

Ayrıca da blokta sadece oyun oynayınca ben yazı yazma idealimi gerçekleştirmemiş olacağımdan arada sırada laf atmaya karar verdim.

Benden haberler: Yaşama Sanatı Part 1 kursunu asiste edip tekrarladım geçtiğimiz günlerde. Her insan ne büyük mucize yahu...Bazen insanın ağlayası gibi birşey geliyor. Size de oluyor mu acep? Ersin Karabulut arkadaşımızın Uykusuzdaki köşesine ara vermesi sebebiyle kendimi aşure mevsimi geçtikten sonra boşluğa düşen ev hanımı gibi hissettim. Ersin inşallah geri dönersin, geri dön ersin :)

Bunun dışında işlerim yaz rehaveti içinde olduğundan hayattaki varlığı sorgulamanın doruklarındayım. İçimde bir maceraperestlik, bir gizemcilik, bir neşe, bir karamsarlık dolanıp duruyor. "Ben" lerim arasından gerçek benimi bulmaya çalışıyorum. Dalmaçyalının üzerindeki deseni analiz etmeye çalışması ve en büyük yuvarlağı bulmak için çırpınması gibi ben de kuyruk üstünden kendime bakıp durmaktayım.

Dün gece uzun konuşmalar, düşünmeler ve analizler ardından bazı sonuçlara vardık. Mesela kendimi sıradan biri olarak kabul etmek ile ilgili bir hedefim var bu hafta. Hep "ben çok acayip bişi yapacağım, bir hareket başlatıp dünyayı değiştircem" sevdasında olan ben gayet de sıradan olan "ben"i kabul edip sevme yolunda adımlar atacak....

Başka başkaa....Hareket atolyesinin vücudumdaki izleri yavaş yavaş siliniyor. Vücudu izlemek de muazzam birşey. Yaranın kabuk tutması, sonra da düşmesi...Çocukluğumdan beri bu kadar kabuğum ve morluğum olmamıştı, kendimi muhteşem hissettim. Çocukken ki kadar canlı, yaşar ve hayatın içinde, korkusuz ve hesapsızca yihuuuuuuuuuuuu! Teşekkürler Mehmet Sander:)

Vücudu gözlemek ile ilgili bir kaç not...Dün gece Türkiye'ye çok önemli bir Art of Living hocası geldi. Hatta ben de Part2 kursunu Almanya'da kendisinden almış idim. Bir duyguya bakmak zor olduğu için kimi zaman o duygunun vücudunda nerede oturduğuna bak, sadece gözlemle diye tavsiye etti...Denemek isteyenlere duyurulur...Şimdi Part2 yolcuları bugün Ağva'ya harekete geçip günlerce sessiz kalacaklar.

Sessiz kalmanın ne muhteşem birşey olduğunu 30 yaşımda keşfetmiş olmaktan ötürü üzgünüm doğrusu...Bence her insan en azından her sene 3 gün sessiz durmalı....

Bir de ANadolu yakası sahil şeridi var...Her ne kadar bu sabah yürümemiş olsam da, gerçekten güzel oluyor. Akşamları da ayrı güzel. kendinizi sayfiye yerinde gibi hissedebilirsiniz. Yalnız yürümekten sıkılıyorum diyenler de denizin tüm yürüyüş boyunca mırıl mırıl konuşarak kendilerine eşlik ettiğini hayal edebilirler. Yalnız değiliz ki zaten, hep zihin konuştuğu için iki kişi gibiyiz, bir de deniz sesi, kuş sesi, insan sesi var çevrede...En güzeli de zihni mümkün olduğunca susturup diğer seslere kulak vermek oluyor....

Ay suyunu çıkardım bloğun:) Bugünlük bu kadar yeter...Bunu saymam, yine beklerim, yatıya da gelin haaa:)

8 Haziran 2009 Pazartesi

Oynuyor muyuz oynamıyor muyuz...

Hiç de kitlem yokmuş yani...Ben böyle oyun başlatıyorum deyince kapıda kuyruk falan olacak sandımdı. İnsanoğlunun klasik kendini çok bişi sanma hali malum...
Belki daha insani saatlerde başlatmam gerekirdi oyunu ama bugün gerçekten zamanım olmadı (bir diğer klasik; bahane bulma) ...

Herneyse ben başlatıyorum, isteyen gelir oynar, hiç de peşinizde koşamam valla. Zaten her yerim ağrıyor...Dün hareket atolyesine gittik. Düştük, kalktık, uçtuk, süründük...Dayak yemiş gibiyim bugün. Ama tavsiye ederim gidin, deneyimleyin. Gücünüzün farkına varın.

Gelelim oyunumuza...Efendim oyundan çok çok fazla bahsetmek istemiyorum. Sebebi de oyunu tüm detaylarıyla planlarsam oyunun kendine alan bırakmamış olacağım. Biraz kendi yolunu bulsun, ben aracı olayım, beni de şaşırtsın arzum...

Mütevazi bloğumun az sayıda izleyicisi olduğunu düşünerek oyunu basit bir formatta başlatacağım. Zaman içinde katılıma bağlı olarak değiştiririz.

Evet...Oyunumuzun ilk adımı 3 karakter yaratmak. Oynayacak 3 kişinin kendine birer karakter yaratması gerek ancak bir detay var; kendinizi veya kendinize benzer özelliklerde birini yaratmayın. Hatta hiç sizin gibi olmayan biri olsun. Kendinize olabildiğince zıt birini, anlamakta/anlayış göstermekte zorlanacağınız birini hayal edin. Her yaştan, her cinsten, her ırktan olabilir. Yeter ki siz ve size benzer olmasın.

İlk karakteri ben yaratıyorum;

MUSTAFA Y.
Adım Mustafa, çay ocağında çalışırım.42 yaşındayım. Evliyim, 3 de çocuk var. 2 oğlan ,beriki de kız. Erzincanlıyız. Bir umut geldikti İstanbul'a seneler evvel, herşey nasip kısmet...hayat da zor be, ama geçinip gidiyoruz işte nicedir. Bizim çay ocağı Eminönünde.Sabah çok erken ben açarım, ustam sonradan gelir. Sağolsun güvenir bana, memleketlimiz zati...Hanım gündeliğe gider 2 senedir. Yetmiyor tek maaş malum. Bazen turistler de gelir oturur kadınlı erkekli, birşey demeyiz ecnebi ne de olsa dilleri başka, adetleri başka...Geçen bir hanım abla geldi oturdu...Az Türkçe'de bilirmiş pek hoşumuza gitti, adını da dediydi de unuttum neydi yahu...

Game'nin Notu: Evet tam da düşündüğüm gibi oyun kendini oluşturuyor. Demek ki karakter yaratan bir diğer karakterin oluşumu için pas verecek. Yukarıda gördüğünüz üzere bir diğer karakterimiz turist kadın XXXXXX. Bu karakteri kim yatarmak istiyorsa buyursun, hikayeyi devralsın.Ve bir diğer oyuncuya pas vermeyi de unutmasın:)

5 Haziran 2009 Cuma

öylesine...

eski yazılarımdan biri...Hoşuma gidiyor bu yazı, koyayım buraya dedim...

TAŞ, DENİZ, YÜZ, BEN, BİZ...
Fenerin altında durmuş denize bakıyordu görmeden. Sonra görmediği denize atmak için -belki- onu görünür kılmak için bir taş aldı eline. Gördüğü taşı, görmediği denize attı; Deniz görünür, taş görünmez oldu bu kez. Görünür denize yaklaştı sonra-belki- kendini görünür kılmak için. Görmediği yüzünü, gördüğü denizde buldu;deniz görünmez, yüzü görünür oldu şimdi. Bir dalga yüzünü alıp götürdü…Çok uzaklarda bir çocuğun oltasına, hiç görmediği bir adamın yüzü takıldı.Çocuk "yüz" ü alıp duvarına astı. Duvardaki "yüz" e her bakan kendini gördü; Taş;deniz oldu, deniz; yüz oldu ve "yüz" görünmez oldu.Taş, deniz, yüz, ben,biz "bir"olduk.

yine uykusuz ve yine martılar

Saat geceyarısı 3'ü geçti...Bana bu uykusuzluk hasıl olalı beri martılarla pek haşır neşirim. Bunlar gündüz de bu acayip sesleri çıkarıyor da günün sesleri içinde biz mi duymuyoruz acaba...

Fonda Erol Evgin ; "işte o an bir fırtına kopar, sanki o an yer yerinden oynar...." şarkısı var...Dün sabaha karşı 5 te yatan bir uykusuz olarak şimdi çok uykulu olmam gerekirdi ama pek de uykum yok. Şarabın dibini gecenin karanlığına karşı kafaya diktim, müzik ne ala birşey diye düşündüm. Bu saatte ne az evde ışık var, oysaki yarın tatil..keşke hemen yatmasalardı...Kiminle oynayacağım ben:(

Hoşgeldiniz, sefalar getirdiniz...

Aman efendim aman kimler gelmişler, geçin geçin içeri ayakta kalmayın öyle...

Tanıyanlar bilir az buçuk deliyimdir, tanımayanlar da artık tahmin edebilir...Bu Gonca hanım aklıma girdi "bir blog yapsana, hem eşi dostu ağırlayacak yerimiz olur, hem de elin mecbur yazarsın" diye...Ay olur mu olmaz mı derken gecekondu kıvamında bir blog dikivermişim dün akşam. Yeni oyuncak gibi oynayıp duruyorum...Zaten oyun oynamak için kurdum.

Burada her gün bir oyun başlatacağım. İlk oyun pazartesi...Bugün biraz kuralları ve genel çerçeveyi kurmak istiyorum. Oyun derken öyle bildiğiniz, umduğunuz gibi değil tabii...Oyunu oynarken tam olarak şöyle hissetmeliyiz;

- Hepimiz oyuncuyuz
- Oyunu her an, hep beraber inşa ediyoruz
- Kazanmak kaybetmek olmayabilir. Hatta bazen kaybetmek kazanç, kazanmak da kayıp olabilir...
- Kuralsız olabilir veya kurallar sürekli değişebilir
- Bazen oyunun içinde kaybomuş hissedebiliriz
- Bazen oyun bizi zorlayabilir
- Oyundan çıkmak isteyenler olabilir, diğerleri kişiyi kalması için ikna edebilir, bazen ise diğerleri birini oyun dışı bırakabilir

Şimdilik bu kadar bilgi veriyorum...Bugün kahvelerimizi içip hoş beş edelim, pazartesiye de biraz merak kalsın:)

Oyun Başlıyor!

Dün blogta kendi kendime dolanıp durdum ama bugün artık misafir çağırmaya karar verdim. Tek başıma oynamak da bir yere kadar...Hep beraber oynamak daha eğlenceli olacak. Biraz sonra eşi dostu, konu komşuyu bloğuma sabah kahvesine çağıracağım...Ohhh bol köpüklü bir Türk kahvesi blog mutfağında güzelce yapıla, sonra da ikram edile...

Kahvemizi içerken de ne yapsak ne etsek diye konuşuruz...Kafamda bu blogta yapmak istediklerime dair uçuş uçuş bir şeyler var. Ama sabırlı olup yavaş yavaş yumurtlayacağım...

4 Haziran 2009 Perşembe

Hala uyuyamadım...

Hiç ama hiç uykum gelmiyor ama artık yatmalıyım ki sabah kalkabileyim. Yarın yani bugün oldu artık aslında, Gonca'nın yaşgünü, onun için bir takım atraksiyonlar düşünmek gerek. Mesela piyesler, rontlar olsun. Kekli, pastalı, börekli, şakalı, komikli yaşgünü...Biz de kendimizi eyliyoruz işte böyle n'apalım...Yarın ront yazayım ben o zaman, evet yazayım bence de...

Uyuyamadım...

Saat sabaha karşı 4 ve uykum gelmek bilmiyor. Bugün de "Uykusuz" günüydü aslında ama henüz okumadım. Umarım Uğur Gürsoy Fırat'ı yetiştirebilmiştir...Bir de bu dev martılar bu saatlerde ne tuhaf sesler çıkarıyor. Bu hayvaları da mı uyku tutmadı acep? Neyse ben yatıp uyumaya çalışayım en iyisi...

Fikrim geldi!

Yiğenim Melo aklına birşey gelince süper bir heyecanla "aa Game bi fikyim geldi" diyo. Ben de şimdi bu blogta sabah akşam oturup fikrimin gelmesini bekleyeceğim sanırsam...

Üç

Birşeyler bulurum elbet...

İki

Şimdi ne yapacağim?

Bir

Bir: Sadece karar verdim ve adım attım.